Vehbi Coşkun

Nerede o Eski Ramazanlar Dememek Elde Mi?

Vehbi Coşkun

Ramazan’ın ilk 10 günü geride kaldı bile…

Her Ramazan Ayı’nda okur ya da duyarız mutlaka; “Nerede o eski Ramazanlar?” deyimini.

Geçmişe özlem duyanlar, yaşadıklarıyla bugünü kıyasladıklarında, yitirilen değerlerimizle beraber kaybolmaya yüz tutan türlü gelenek ve göreneklerin unutulmasına sitem etmektedirler bu ifâdeyle aslında…

Özellikle yaşadığımız pandemi mûsîbeti sebebiyle bugün; “Nerede o eski Ramazanlar” dememek elde mi?

Ramazan’ı doya doya yaşamak dururken, kim derdi ki; son iki Ramazan Ayı’nda dünyada ilk ve tek gündem maddesi, tüm insanlığı etkileyen “Koronavirüs” adı verilen salgın olacak?

Kim derdi ki; geçen sene Ramazan’da tamamen kapalı olan camiler, bu yıl kısmen açık olsa da cemaat saf tutamayacak, teravih namazı cemaatle kılınamayacak?

Kim derdi ki; Toplu iftarlar yasaklanacak, lokantalar, çay ocakları kapalı olacak?

Kim derdi ki; Oruç dışında, cemaat hâlinde yapılan ibâdetlerin fâziletini anlatan din görevlileri, insanlara evlerinde oturmaları ve dışarı çıkmamaları için telkinlerde bulunacak?

“Allah aratmasın” diye dileklerde bulunsak bile, her geçen günü arayıp durduğumuz dünden belli!..
 

Hele çocukluğumuzu, gençliğimizi hatırlayıp da; “Nerede o eski Ramazanlar?” diye yanmamak mümkün mü?

                                                     *    *    *

Meselâ, çocukluğumuzda ebeveynlerimizden öğrendiklerimizle ilk kez tattığımız o hazzı, duyabiliyor musunuz bugün?

O hazzı çocukluğumuza yoranlar, bugün çocuklarımızla çocukluklarını kıyaslasınlar bakalım?

“11 Ay’ın Sultanı” deyimiyle Ramazan geldi geliyor derken, önce “teravih” namazıyla tanışılırdı…

Dedelerimiz ya da babalarımız, sevdirip, ısındırmak ve öğrenerek alışkanlık hâline getirmemizi sağlamak için, yaşımıza bakmadan mutlaka camiye ve ilk teravihe götürürlerdi bizi…

Abdesti tarif etmeleri, cami âdabına uymamız için “uslu” durmamızı ve özellikle konuşmamamızı tembihlemeleri, hemen her evde alınan aile eğitiminin bir gereğiydi.

Doğup büyüdüğüm Rızaiye Mahallesi Zikzak Sokak’ta bulunan Yeni Camii, özellikle komşularımızın çoğunluğu oluşturduğu, neredeyse tamamının mahallelilerimiz tarafından doldurulduğu bir cami olduğu için cemaat birbirini çok iyi tanırdı.

Tembihatlara rağmen, çocukluk bu ya; teravih namazının yarısına gelmeden tükenen sabırlar, tıpkı okullarda, sınıflarda olduğu gibi gülme krizine tutulmamıza sebep olur, selâmlamanın ardından rekât aralarında imam olmazsa müezzinden, o da olmazsa cemaatten yükselen uyarı seslerine rağmen, cemaat dağılıncaya dek camideki uğultu eksik olmazdı!

                                                     *    *    *

Hele, bıkıp usanmadan yıllarca Yeni Camii’nin bakımını ve temizliğini yapan rahmetli Sait Ağa’dan çok çekinsek de, o dönemin yobazlıktan uzak “hoşgörülü” anlayışı ve yaklaşımıyla, haylazlıklarımıza rağmen şefkatle başımızı okşayan bir el, kalbimizin camiye ve namaza ısınmasına vesile olurdu…

Genelde cemaatten bir büyüğümüz, bağırmadan, kalplerini incitmeden iki çocuğun arasına girmek suretiyle, konuşmalarını veya birbirlerini kollarıyla dürterek gülüşmelerini engellemiş olurdu!
Caminin dağılımıyla birlikte, çocuk da olsak gece geç saatlere kadar sokak lambalarının altında oyun oynamayı sürdürür, özellikle ninemin (babaannem); “Çağam yeter, yerler mühürlendi artık!” ikazına rağmen, ekseriyetle gece yarısından önce eve girmezdik!

Tabii bu arada caminin üst katında bulunan bölümde namazlarını cemaatle kılan ve erkeklerden sonra camiden çıkan kadınlar, genelde çay ocaklarına ve kahvehanelere giden erkekler evlerine dönünceye kadar kapı önlerinde oturur, sokağa giren yabancı bir erkek olursa gelip geçinceye, şâyet komşu ise evine girinceye dek kapı kafeslerinin arkasına gizlenirlerdi!..

                                                     *    *    *

Biz çocuklar, işte bu şartlarda camiye gitmek için ertesi akşam kılınacak teravih namazını iple çekerdik…

Yeni Camii’nin hemen üstünde Zikzak Sokağın bitiminde yer alan “Emi” lakaplı rahmetli Dursun Ağa’nın evinde de cemaatle teravih namazı kılınır, mahalle sâkinlerinin bir bölümü ya da her akşam farklı bir cami veya mescitte teravih kılmaya çalışanların da katılımıyla oluşan cemaat, camideki o hareketlilikten uzak, bilâkis namaz öncesi ve sonrası özel çay ikrâmı yapılan ortamın sâkinliğinden istifâde ederlerdi.

Babaannemin öz dayısı oğlu olan Hacı Hulûsî YAHYAGİL’in hastane caddesindeki cumbalı evinin güney kısmında yer alan selâmlık bölümü, babam ve amcamla birlikte uzun yıllar teravih kıldığımız bir başka mekân olarak evimize, dolayısıyla sokağımıza ve Yeni Camii’ye çok yakın yerdeydi.

Rahmetlinin namaz öncesi derslerinden ve özellikle Kadir Gecesi’nde görevli imamın teravihi tamamlamasının ardından bizzât kıldırdığı tespih namazından istifâde ederdi cemaat.

Mahallemizdeki Tahtalı Camii’nin lâkabıyla meşhûr İmamı “Jet Mahmut” ise, özellikle çocukların ve gençlerin ayak uydurabildiği hızıyla, orta yaşlıların bile azınlıkta kaldığı cemaatiyle, hem kısa sürede teravih kıldırmakta, hem de tıklım tıklım olan caminin doluluk oranıyla bir efsâneydi âdeta!
Tabii çocukluktan gençliğe geçinceye kadar, teravihi nerede edâ edersek edelim, sonrasında devam eden sokak oyunlarımız, Ramazan ayına mahsus olmasa da, oruç sonrası hareketliliğin gereği büyük zevk verirdi bizlere…

                                                     *    *    *

İmsâkiyelere bakılarak ayarlanmaya çalışılan vaktiyle sahur, bizler için Ramazan’ın en eğlenceli aktivitesiydi…

Elazığ’a özgü müzik âleti olarak klarnetin insanın kanını harekete geçiren nağmeleri, davul sesi eşliğinde sokaklarda yankılanırken, ahşap evlerimizin camları titrer ve biz ne kadar uykusuz olursak olalım, sahurdan ziyâde âlemi ayağa kaldıran bu eğlenceyi kaçırmamak için can atardık doğrusu.
Kültürümüzün gereği genellikle mahâlli türkülerimizi seslendiren klarnetçi ile davulcu, mahallelinin ısrarı ya da bahşişin miktarına göre değişen süre zarfında gençlerin mahâlli oyunlarımızı coşkulu biçimde sergilemesine ön ayak olurlardı…

Sahuru erken yapanlar yaşanan coşkuyla uyuyamaz, imsâkın girdiği saatte başlayan selâ ve ezân sesleriyle sessizliğe gömülen şehir, yeme içmeyi bırakan halkın oruca başlamasıyla yeni bir güne hazırlanırdı…

Mahâllenin erkekleri, mukabele için “seher cüzü” adı verilen usûlde Kur’ân-ı Kerim tâkibi amacıyla sahurun ardından camiye giderlerken, özellikle babaannemin hatim konusundaki titizliği nedeniyle amcamın anlaştığı bir hâfız, sokağın tüm kadınlarının evimizde oluşturduğu cemaate her sabah vakti ezbere cüz okurdu.

Biz çocuklar, daha çok küçük yaşlarda dinleyerek katıldığımız bu cüz tâkibinde, bâzen duraksayan hâfızı uyaran babaannem gibi, komşu teyzelerimizin de Ramazan’ın günlük telâşından kaynaklanan yorgunlukla uyukladıklarını -mahâlli şivemizle tapiklediklerini- gördüğümüzde, onları büyük bir ciddiyetle ikaz etmeyi kendimize vâzife bilirdik!

                                                     *    *    *

“Senin okulun var, derslerin daha önemli, oruç tutmasan da olur!..” gibi bir yaklaşımdan ziyâde, iftara doğru bizleri sırtına alıp taşıyan dede ve ninelerimiz, oruç tutmaya teşvik etmiş olur, ayrıca “iftarlık” diye adlandırılan genellikle bir yiyecek veya tatlı armağan ederek bu hususta özendirirlerdi çocukları.

Yaşımız Ramazan boyunca oruç tutmaya dayanamayacak kadar küçükse eğer; “Sen, başında, ortasında bir de son gününde tut, oldu mu üç? Bir de yanına sıfır koyarız 30 olur! Merâk etme, Allah kabul eder” diye teselli ederlerdi bizi…

Ramazan’a özel yemekler, komşuların ikrâm yarışıyla birlikte iftara doğru sokakta bereket yağmayan ev bırakmazken, oruç tutmayan küçük yaştaki çocuklar bile dışarıda yemez içmez, mahallede kimin oruçlu olup olmadığını soruşturmak ve dillendirmek ayıp sayılır, görgü kuralları gereği bilinmezdi!..

“Ezânı duydun mu, okundu mu, kaç dakika var?..” benzeri sabır göstergesi sorular, mahallelinin hep birlikte imece usulüymüşçesine, yaptığı ve Allah’ın; “İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, mükâfatını da ben vereceğim” buyurduğu (Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163) bir kutsal ibâdeti, topluca yerine getirmiş olmanın hazzını duymaktan kaynaklanırdı…

Tabii, özellikle Elazığ’a özgü fırın önündeki ister yemek, ister yağlı ekmek kuyruklarında, oruçluluğun sebep olduğu asâbiye patlamalarıyla, sabır testini geçemeyenlerin, çay ve badem şekerinin iftar sonrası yatıştırıcılığı neticesinde kendine gelmesi, Ramazan’ın meşhûr ve bizce bilinen hâllerindendi!..

                                                     *    *    *

Şimdi bir çırpıda yazdığım, aklıma gelen ve hayâlimde canlanan bu hatıralardan sonra, eminim ki akranlarım; “Nerede o eski Ramazanlar?” diyor…

Vazgeçtim, aramayalım çocukluğumuzu, gençliğimizi, o günlerdeki güzellikleri…

Son iki seneyi düşündüğümüzde bile; “Nerede o eski Ramazanlar” dememek elde mi?

Yazarın Diğer Yazıları